DETAY
O'NUN HİKAYESİ 1
...

Yazmak için oturmuştu daktilonun başına, uzun uzadıya içinden geldiği gibi, karşısına alıp konuşurcasına yazacaktı. Kahvesini koyu yapmıştı, sihirli kupam dediği geniş ağızlı su yeşili bardakta, masanın sağ köşesine daktilonun hemen yanına koymuştu, dumanı gözlüklerini buğulandırıyordu. Hazırım dedi, daktiloya elini atmışken, ‘’Tüh’’  diye sandalyeden kalktı. Elini alnına vurarak ‘’unuttum’’ dedi. Çalışma odasındaydı, sade parke döşeli, loş ışıkların uzun boylu abajurlarının gölgesi duvara vuruyordu. Elini masada duran sigara paketine uzattı, afili ve genelde neşesi yerindeyken yaptığı iki parmak hareketiyle sigarasını çıkarıp dişleri ile alışıyla, bir sigara alıp yaktı. İlk nefesle yürümeye başladı. Aklına gelmişti, iki gün önceden aramaya karar vermişti, siyah deri koltuğun üstünde ki vazgeçilmezi olan dirsekleri eskimiş kot ceketinin cebinden yıpranmış kâğıt parçasını çıkardı. Gülümsemişti çünkü bu numara O’na aitti, çalışma odasına dönerken kâğıdı sıkı sıkıya tutuyordu. Bebeğin ilk adımı gibi sıkı, sıkı tutuyordu, masasının başına gelip sandalyesini çekerek oturduğunda. Aklında yazısına dair düşüncelerin karıştığını, cümleleri toparlayamadığını, kahvesinin halen sıcak olduğunu ışıkların daha karanlık, kitaplıkların uzun, pencerenin hafif aralık, perdelerin ise dans etmekte olduklarını fark etti. Yüksekçe duyduğu takırtılar tüm bu düşüncelerini dağıtmamıştı, aksine eklenerek daha da büyümüştü ses, sesle birlikte cümleleri kendiliğinden toparlanmıştı, kahve ilk anki gibi sıcaklaşmış, ışıklar geri eski halini almıştı, anlam veremedi bütün bu farklılıklara ve bir nefes çekti yaz akşamı hafif yağan yağmurun ıslattığı toprak kokusundan içine umut dolmuştu. Daktilosunu şöyle bir kendine çekti hafif soluna itekledi yazmaya başladı. ‘’ 17.gün ve ben halen bekliyorum, ışıklarım geceye ve gündüze inat yanmakta. Biri patlayacak olursa ki fırsat vermem, arı kuşu gibi kanatlarımı hızla çırparak yenisini takıyorum’’ yazısına iyice kaptırmıştı kendini, Kahvesini fark etti, halen sıcaktı ve mis gibi kokuyordu. ‘’Eh dedi, ben yaptım’’ hayatında hiç kahve yapmamıştı, bunca yıl ilk kahvesiydi. Bunca yıl dediysek sizi de meraktan çatlatmak değil niyetimiz 38 yıl hepi topu. İlk kahvesiydi, evet 38 yıldır. Kendisine yaptığı ilk kahveydi bir yudum aldı, soğuktu kahve fakat imkânsızdı, dumanı halen çıkmakta ve kokusu odayı doldurmakta idi, kupayı geri yerine bıraktı ve dumanlar çıkmaya devam ediyordu. Çok yorulduğunu iddia ederek kendini ikna etti, Fakat yazısını bitirmeliydi. ‘’Evet, evet bilmelisin ki çocukken de böyleydim, kereste atölyesi vardı. Bizim sokağın köşesinde talaş kokardı bizim sokak. Orda bir mühlet çalışmıştım, En sevdiğim yanı gelen çam ağaçlarının kabuklarıydı. Gemiler yapardım, küçük yelkenli gemiler, korsan gemileri, balıkçı gemileri’’ .Yazısına ara vermek istemiyordu. Dedesinden kalma, babasında hatıra vitrinli ve vitrininde uzun bir kolun ucunda sarı pirinçten halkanın sallandığı, adına küçüklüğünden beri guguklu saat dediği saati on ikiyi vurmuştu. İçinden kendiyle konuşuyordu bu sıra, dedem olsaydı. Guguk kuşu çıkmadı diye ne söylenirdi şimdi, hele ya babam ah kuşu aç susuz bırakırdı. Herkes işini iyi yapacak derdi. Memleketin halini bak derdi. İki üç adam padişah olmuş, işte hep bu saatin yüzünden, şu kuş yüzünden derdi. Herkes bu kuş işte, hep birinin gelip kendisini çağırmasını bekliyor, işte sende bu kuşsun derdi. Özledim şimdilerde, oysa ben ne dedem gibi konuşuyorum nede babam gibi kuşun boğazına yapışıyorum. Kuş çıkmış çıkmamış umurumda bile değil. Kendince iç hesaplaşmaya dalmıştı ki daktiloya eli çarptı ve rüyadan uyanırcasına ‘’ yazı’’ dedi.  ‘’ Annem bulutları seyrederken bir gün yanıma geldi. Oğlum nereye bakıyorsun dedi gülümseyerek, gezegenlere anne dedim. Daha çok gülümsedi annem hani neredeler göster bakim dedi. Dur diyerek anneme koşarak odama gittim ve çam ağaçlarından yaptığım en büyük yelkenli gemimi getirdim. Anne hadi bin dedim. Şaşırmıştı ve anlam veremediğim bir ifade ile tekrar gülmüştü.’’ Gözleri ağırlaşmaya başladı. Uykusu yoktu aslında, fakat kahvesi soğuktu ve tat alamıyordu. Mis gibi kokan ve dumanı halen tüten kahvesi, soğuk ve tatsızdı. Sigarası bir nefes alındıktan sonra kül tablasında sönmüştü, Neşesi kaçmıştı aklına kot ceketini cebinden aldığı kâğıt geldi. O’nun numarası yazılıydı. Cebinden çıkardı, daktilonun önünde iki eli ile açık gözlüğünü bilindik bir elin ters hareketi ile iyice düzenledi. Numarayı sesli bir şekilde okumaya başladı. ‘’sıfır, beş, dört, üç…’’ numaralar bir an daktilo şarkısı gibi geldi kulaklarına, Sesli, sesli ve hızlı, hızlı tekrarlıyordu. Birkaç kez yaptı bunu, sonra saatin gece yarısı olduğunu, bu saatte arayamayacağını düşünerek masanın sol köşesinde gizli kutusu olarak adlandırdığı, masanın ilk çekmecesine hafif çekerek bıraktı. Yarın mutlaka arayacağım dedi. Numaraları gülümseyerek tekrarladı. Neşelenmişti sanki yeniden, öyle hissediyordu. Daktilonun arkasında ki kitabını eline alarak kaldığı sayfayı açtı ‘’ Ne ben sezarım,/ ne de sen brütüsün… /Ne ben sana kızarım/ ne de zatın zahmet edip bana küssün../ Artık seninle biz, düşman bile değiliz.. ‘’ Nazım hikmetin sen şiirini okuyordu. Ve son dizeleri O’nu hatırlattı yeniden. Artık eski düşünceleri kalmamıştı. ‘’Yoksulluk bir bedenin hastalığı değil, bağışıklık kazanmış bir mikrobun kendisidir’’. Diye yazmıştı bir yazısında. Üstüne de üç beş okuyucusu olan arkadaşı ile saatlerce de tartışmıştı. Sonuçta anlaşılmamıştı yine, üzüntüler büyütmektense, acılar yaşatırım. Diye düşünürdü daima ve üzülmezdi artık, içinde acıya dönüşürdü bir süre sonra içini sızlatan şeyler ve onlarla yaşamayı bilirdi. Yazısına devam etmek istiyordu. Pencere hafiften daha aralandı. Yaz rüzgârı çıkmıştı ev çokta havadar olmasa da, yazları eserdi. Tabi esintiyi üşütürdü gibisinden söylemiyorum, pencereyi aralayıp perdeleri biraz daha şişko, göbekli karnaval soytarıları gibi gösteriyordu hepsi bu işte, daktilosunun üst hareketli bölümünü itekleyerek bir alt satırdan devam eder. ‘’Krallar çok yaşasın diye, onların etrafında çok yaşa diyicileri varmış, Biliyor musun bende çok yaşayıcılara bir isim verdim. Ben onlara fil hortumu diyorum. Çünkü bulutlardayken fark ettim ki filler hortumları olmadan yemek yiyemiyorlar, bu krallara çok yaşa diyicilerde fil gibi gövde kendilerine ait olsa da, birinin eli olmadan yiyemiyorlar. Tabi dedem hayatta olsaydı kızardı bana sen fili bırak önce adam ol derdi.’’ Gözlüğünü çıkarıp masada ki kül tablasının yanına ters olarak bıraktı, ellerini sanki kavgadan yeni çıkmışta halen sinirini parmak uçlarında hissedercesine yumruk yaparak. Gözlerini ovuşturdu. Hafiften yanmaya başlamıştı gözleri, aklına çevirmeli müzik kutusu geldi ne zaman yazısına devam edemese, çevirmeli kibrit kutusu büyüklüğünde ki müzik kutusu gelirdi. Birde sihirli kupası, sihirli kupası buradaydı. Ayağa kalkarak pencereye doğru uzanan boydan boya kitaplığının ortasında durdu ve üçüncü raftan müzik kutusunu alarak çevirmeye başladı. Hafif ve derinden bir mırıldanmalarla yapılan nağmeler canlanmaya başladı. o an, kendi melodiye çeviriyordu bu nağmeleri ve rahatlıyordu. Uykusu gelmediği zamanlarda da böyle yapıyordu. Elinde müzik kutusu ile pencerenin önüne kadar gitti. Pencereyi hafiften itekledi. Şişko, göbekli karnaval soytarısı perde biraz zayıflamıştı. Yerine oturdu ve müzik kutusuna başını sallayarak eşlik ediyordu. Saat daha da ilerlemişti eli masanın ilk çekmecesine gitmiş ve bıraktığı not kâğıdını almıştı. Üzerinde O’nun numarası yazıyordu. Bu saatte arayamazdı, geç olmuştu, hem yarına pekte bir şey kalmamıştı, yarın arayacaktı, yarın aramalıydı. Bu saatte hem korkuta bilirdi, hakkında yanlış düşüne bilirdi. Kendine kızgındı iki gün olmuştu numarayı bulalı neden aramamıştı, ‘’ Ah ahmak kafam’’ diye söyleniyordu. Kızdığında böyle olurdu sürekli kendine bağırır, içten içe kendini dövecekmiş gibi hırslanırdı. Neden daha önemli ne işim vardı. Hem O’ndan daha önemli ne işim olabilirdi. Geçen zaman mı beni engellemişti. Değişmiş miydim, her şey gibi değişmiş miydi, kendine haksızlık ediyordu belki de etmiyordu. Kızgındı çünkü iki gün olmuştu aramamıştı. Ve gecenin bu saati olmuştu kendiyle mücadeleye başlamıştı. Ama biliyordu ki aramamalıydı. Fakat aramasına ne engeldi, Kim ne diyebilirdi. Dedesi mi, babası mı, kimse bir şey diyemezdi çünkü dedesi ve babası öleli yıllar olmuştu. Yalnızdı, yani kimsesizdi kendi tanımıyla bir gün şöyle dedi. ‘’ Sen yıldızları birbirleriyle konuşurken görüyorsun, bense yıldızların her biriyle ayrı görüşüyorum’’ çok anladığımı söyleyemem ama şöyle bana anlatmak istediği, sen çoğul bir dünyada yaşamını sürdürmektesin yani arkadaşların var. Çevrende insanlar var. Ben öyle miyim? Bak bana öyle miyim, hani kim var söyleeeeee… Evet değildi olamaz mıydı? ‘’Mümkünsüz bir dünya yalansız bir sevdadır’’ olabilirdi sevdikleri, arkadaşları, ailesi istemez miydi? Bu düşünceler yormuştu. ‘’Yetiştirmeliyim’’ diye gözlüğünü tişörtünün kenarıyla gelişi güzel silerek taktı ve daktilosunun tuşların vurmaya başlamıştı. ‘’Marangoz atölyesinden bahsetmiştim sana hani sokağımızın köşesinde ki, orda çıraktım ben ustam bana çırak çay getir derdi. Koşardım hemen çay doldurmaya. Taze olurdu, taze çay kokusunu bilirsin sen, sahi şimdilerde sever misin çayı bilmem, ben halen severim. Ustam atölyede şöyle derdi. Çay içiliyorsa muhabbet edilmeli, muhabbetsiz çaya şeker atsan ne atmasan ne… O zamanlar anlamazdım biliyor musun? Gerçi nerden bileceksin sen o zamanlar doğmamıştın. Hayır, hayır küçümsüyor olarak görme beni, darılma, gücenme gençliğinden, o güzelliğinden bahsetmek istiyorum.’’ İstiyordu yazısının güzelliklerle sürmesini, hep kendinden bahsettiğini düşünüyordu. Gerçi yazacak o kadar çok şey vardı ki, mahalleyi, yeni evini, geçen onca seneyi, tanıdığı insanları anlatacaktı. Öyle yorgunluklardan, kırgınlıklarından bahsetmicekti, güzellikler vardı. Çünkü artık hayata iyi yönünden bakıyordu. Dedesi öyle öğretmişti, gerçi dedesi çoğu şeyi de eksik öğretmişti ya neyse hiç bundan burada söz açmıyorum. İçinde en büyük eksikliği kimselerle paylaşmazdı. Kimse de bilmezdi, tam bu sıra masasından biraz geri çekildi. Sandalyesinde doğruldu. Saat sanki bir şeyler söylüyormuş gibi önce sola sonra sağa sallandı. ‘’Çok yoruldum çok ‘’ dedi. Oysa oturmuş birkaç satır yazabilmiş, bir kahve yapmıştı sadece, iyice odaklandığında kitaplıklarında saate eşlik ettiklerini birlikte, bir şeyler söylemeye çalıştıklarını gördü, Çocukken de olurdu dedi kendine, bunun bir anlamı vardı kendince ve şöyle yazmıştı bir yazısında. ‘’ İnsanlar susmayı öğrenemediklerinden, zaman ve kitaplar dile gelip konuşmak isterler’’ diyordu. İnsanoğlu susmayı öğrenemedi gitti diye kendince dert edinirdi yıllarca, buda onlardandı. Masada ki telefon numarası gözlerine takıldı yeniden okumaya başladı. ‘’sıfır,beş,dört,üç….’’ Arayacaktı bu sefer yerinden bir heyecanla kalktı, terliğinin biri masanın altında kalmıştı umursamadan çalışma odasından çıktı ve koridordan büyük adımlarla geçerek, girişteki sehpanın üzerinden ahizeli telefonu kaldırdı. Dıt/dıt/dıt kesik, kesik çevir sesleri kulağını tırmalamaya başladı. Hızla ahizeyi geri yerine bıraktı. Hayır arayamazdı. Hem ne diyecekti, birde bu saatte, çıldırmış olmalıydı. Peki ya bahsettikleri gibiyse O’da o zaman bu saatlerde uyumuyorsa, numarayı veren kişinin anlattıkları doğruysa, o zaman numarayı çevirir çevirmez telefonu açardı. Anlatan doğruyu söylememiş ise ve uykusundan uyandırırsa bu saatte ne diyebilirdi. Telefonu tekrar bir hızla aldı, eli telefonun butonlarında ‘’Sıfır, beş, dört, üç…’’ Korkuya kapılıp bir an ahizeyi düşürdü ve eli ayağı birbirine dolaşarak ahizeyi kablosundan tutup hızlıca yerine koydu. Korkusunu yenmeliydi önce, hem çok heyecanlanmıştı. Geri çalışma odasına dönerek bir bardak su doldurdu ve deri koltuğa oturarak ayaklarını tabureye uzattı…

Okuma: 1220, Tarih: 27 Şubat 2017 Pazartesi
Copyright © 2017 muhammedtiyek.com Tüm Hakları Saklıdır.