DETAY
Kemal Ölmüş Demek,
...

Kemal ölmüş demek, öyle dedi öteki masa başında kadehler dolup boşalırken. İyi çocuktu, hatırlar mısın memlekette üç mahalle aşağıda otururdu. Saygıda kusur etmez efendi adamdı. Gerçi çokta çekti be anne baba erken yaşta vefat etti. Kemal o zamanlar çocuk yaştaydı. İki ablası vardı. Gerçi kendilerine ne hayrı vardı. Hayat yoruyor insanı dedi diğeri, kadehini tüm ölmüşlere kaldırırcasına. Ablaları kemalden epeyce büyüktüler de düştüler birkaç oğlan peşine, sonra çıktı kokusu, oğlanlar bunları bırakmış orta yere, ne yapacaklar ortada ne ana var ne baba, elinden tutacak bir akrabaları da yoktu. Dede desen kendi keyfinde nene, babaanne sizlere ömür. Amca, hala, dayı geç bunları yetimin elinden tutmak kimin harcıydı ki bu dönemde. Kemal de böyle büyüyemezdi ya, ablaları hakkında iyi konuşan da yoktu. Kemalin delikanlılık dönemi tabi alttan alamaz ya, onun bunun aklıyla da bir şeyler yapmasın diye kolluyordum o zamanlar kemali, bunun ardına da bir gün çekip gitmişti İstanbul’a benimde İstanbul da işlerim vardı. O zamanlar çekip gelmiştim buralara. Sende gelince birlikte iş peşinde koşturmaya devam ettik dedi diğerine, hayat ne tuhaf dedi masanın diğer ucunda oturup sigardan yaralarcasına bir duman çeken, kemal yorulmuştu dedi. Hayat ne iş yapsa elinde bıraktı. Kime gitse ezdi horladı. Yoksa olmazdı ya böyle başına buyruk, çalıp çırpmazdı da. Kimseye muhtaç olmak istemezdi. Gururlu gençti, suçta yok değil hani bir işte sebat gösterip çalışmamıştı da, kolay para rahat gelmişti. Onun bunun yolunu kesmek, el çabukluğuyla cep yoklamak. Bunları çok sonradan örgendik gerçi, hatırlıyor musun dedim. Neyi der gibi sorar gözlerle baktı masanın diğer ucunda çatlını kalıp duran beyaz peynire saplarken diğeri, yahu dedim geç saatte yokuşu çıkıp eve gelirken bir genç önümüzü kesmişti de, sesinden tanımıştım lan kemal sen misin demiştim de, çakıyı indirip ağabey demişti. O zamandan sonra da epey görüşmüştük ya şu canına yandığımın memleketinde. Kemal İstanbul’a boşa gelmediğinden bahsetmişti. Artık memlekette duramayacağını, hele mahallede ki Aysu’nun kendine gönül vermediğini de anlatınca, yapacak bir şey kalmadı ağabey başını alıp gitmekten başka dedi. Hatırlıyorum ya dedi peynirle ilgilenmeyi keserek diğeri Aysu ne güzel kızdı. Bunu söylerken biraz yüzünü ekşitmişti, önceleri rakıdan zannederdim. Fakat mahallede olduğum dönemlerden duymuştum Aysu ya bir şeyler beslediğini ya kendi lafa girmeden söz açmadım. Kemal dedi sevmişti Aysu’yu, - Aysu da sevilmeyecek kız değil hani- dizlerine gelen pileli pembe bozuğu elbisesi ile mahalle de yürüdü mü olay olurdu. Hem kemale de bakmazdı tabi gözü yükseklerde kızdı. Kemal kimmiş yetimin serserinin teki hakkı mı var sevmeye sanki -bizim var mıydı dedim-. Üzüm atarken ağzıma. Deme öyle be ağabey dedi. Ben Aysu’yu sevmiştim fakat nerde bizde o cesaret yok ki cebimizde tomarlar, kalbini doyurduk diyelim, karnını nasıl doyuracaktık. Alışmış baba evinde cicili bicili giyinip Fransız kokular sürmeye, anadan doğma beyaz zarif hafifçe uzun boynuna. Bir gün ekmek alsam üç gün gözlerime bakarak doy diyemem. Anasına yandığımının dünyası ağabey dedi diğeri. Çok şaşırmamıştım ya bilmiyormuş gibi dinledim. Demek öyle diye söze başladım yeniden.- Aysu sevilmeyecek kız değil dediğinde sanki mahallede tekrardan yürüyormuş gibi anımsattı bana öyle içten söylemişti-. Bizden birkaç yaşta küçüktü dedim. Onaylar bir baş hareketi ile sallamıştı başını diğeri. Kemal dedim ölmüş demek, yaşadı da ne oldu dedim birden, başı dertten mi kurtuldu her gün tedirgin, her gün ölüm korkusu, kahveye gelemez olmuştu. Herkes bir şeyler söylemeye başlamıştı. Bazen geceleri aylaklıktan eve dönerken aşağı parkta rastlardım. Hali hiç iyi değildi. Düşünürdüm ulan dünya derdim. Kafamın iyiliğinde mi yoksa sinirimden mi daha fazla dönerdi dünya. Ulan dön be talih, böyle delikanlıları harcama adalet lan derdim. Kendi kendime gülerek, içimden bir sesin ne adaleti cevabı ile selam verir geçerdim kemalin yanından. Son görmemden bu yana da epey vakit geçti hani dedim. Nerdeyse yüzünü bile zor anımsayarak. Sadece sesi yabancı değildi. Geçmiş zamanlardan mahallede olduğumuz bir gün – ne çok sevdim be ağabey- demişti. Sesi ve söyleyişi dün gibi aklımdaydı. Sanki yaşadığı hiçbir şey bu kadar ağır gelmemişti. Hayrola be dediğimde, -boş ver ağabey ağır dalga demişti-. Aysu mu diye sert bir sesle çıkıştı masanın diğer yanında rakısını tazelemiş ikinci buzu atarken içine, epeyce sinirleniyordu. Aysu ve kemal deyince içkiden yanakları kızarmış gözleri hafiften bulanmıştı istemsizce mi söyledi dedim kendi kendime. Kemali severdi de delikanlı adam derdi. Ölmüş demek dedi. Evet dedim. Sanki konudan konuya geçecekmiş gibi sağ elini parmaklarını şöyle sallayarak –biliyor musun- dedi masanın diğer ucunda oturan. Kendimce yine sarhoş oldu ne anlatacak dedim içimden, duymuşçasına baktı bir nefes daha alarak sigarasından. Kemal’in dedi, aslında çok eskiden belliydi böyle olacağı. ve devam etti bir gün mahaldeyiz çocuklarla, zaman epey geçmiş bakkal selim amcanın dükkanının önündeyiz. Yapacak bir şeyimiz yok gerçi her zaman öyleydi ya, ne zaman yapacak bir şey bulmuştuk kendimize, öyle boş gecelerden birinde bakkalın vitrininde görünen lastik toplara bakıyorduk. Boş bulundum belki dedim lan bir topumuz olsa şurada iki çevirirdik. Kemal bir çare bulmuş gibi - ağabey ondan kolayı mı var – dedi. Daha cümleyi toparlayamamıştım bile kemal büyükçe bir taşla vitrini aşağıya indirdi, mahalleyi ayağa kaldıracak ses yayılmıştı ortalığa. –lan dedim ne yapıyorsun- dedim ama girmişti içeri üç tane topu koparıp aldı asılı olduğu yerden.  – hadi ağabey hadi- dedi. Koşarak aşağıya doğru kaçıyorduk çocuklarla. Kaç mahalle geçtik bilmiyorum kemal bir ara kayboldu göz önünden. Yorulmuştuk, şimdilerde her yanı apartman dolan derenin oraya gelmiştik çoktan. Oturduk bir köşeye pek zaman geçmeden kemal geldi. Elinde sadece bir top kalmıştı. digerleri nerde kemal dedim. Ağabey dedi bizim alt mahallede ki çocuklara verdim. Biz oynuyorsak onarda oynasın dedi. - Hatırlamıyorsun dedi bana-, evet dedim o gün yanınızda değildim. Bunu da duymamıştım dedim. Oysa mahallede hiçbir şey gizli kalmazdı. Hele bizim aramızda mutlak her şeyi anlatırdık birbirimize. O gün çok eğledik dedi masanın diğer ucundaki. Kemalin de bu hayat seçişinin ilk basamağıydı belki dedi. İstediğini kendi alabiliyordu. Kimseye boyun eğmeden veya kimseden bir karşılık beklemeden. O zaman ki aklımla böyle de düşünmemiştim gerçi, sabahlara kadar koşmuştuk topun peşinden dedi. Ertesi gün bakkalın oradan geçerken selim amca’nın yanında polisler vardı. Bir şeyler soruyorlar, cevap alıyorlardı. Kimsede duymamıştı ne şanstım gerçi, tedirgin ve korkak geçtim, mahalleyi dönünce doğru kemalin kaldığı harabeye gittim. Yoktu yerinde, aha dedim kemali götürmeşler diye düşündüm. Gerçi sonra çocuklar dedi. Kemal iş için birkaç zaman şehir dışına çıkmışmış böylece kapandı olay üstünden epey vakitte geçti. Yahu dedim yakalanmadı demek. Belki yakalansaydı her şey daha farklı olurdu dedim. Çekirge misali bu işler azizim dedi diğeri, öyle demekle yetindim. Kemal dedi ölmüş demek. Özünde iyi adamdı dedi. Biliyor musun dedi yaşar kemalin meşhur lafıdır. ‘’ insan birine geç kaldı mı, başkası için bir daha acele etmez’’ dedi. Bilirim gibisinden elimde kadeh kafa salladım, ben sallandıkça kadeh sallandı iki damlada masaya içirdim. Ben dedi diğeri Aysu’ya artık yanmıyorum. Kemal ona geç kaldı. Lakin ben bakkal selim amcanın kızına dedi. Pek hatırlayamamış gibi gözleri mi kısmıştım ışık gözlerimi yakıyormuş gibi bir ifade vardı suratımda. Yahu dedi hatırlasana bizden iki yaş küçüktü çiçek bozuğu bir suratı vardı. Okula giderdi dizine kadar beyaz çorap üstüne turuncu bir hırka giyerdi. Saçları kestane renginde gözleri elaydı. – hatırladım, hatırladım- diye tekrar etmiştim, gerçi epeyce kısık söylemiş olacağım demek ki pek anlayamamış gibi bir an boş boş bakmıştı suratıma, dedim bu sigara yaramıyor bana içmesem de duramıyorum. Oda iyice sönmeyen sigaralardan duman altı olmuştu. Bilirdik böyle tabirleri mahalle çocuğuyduk ya kahvehane köşesi görmüştük. Bunca zaman gerçi bir onu unutamam dedi. Adı Sibel dün gibi aklımda. Allah var – içmeden söylemezdi bunu- gözü yüksekte kızdı. Zaten bana bakmazdı. Bende de cesaret mangal gibi yürekte var da ne oldu ki, bir kızın karşısına çıkıp seviyorum ulan diyemedim. Gerçi desem ne olacaktı kız müteahhitle evlendi. Ben müteahhidin inşaatında kürekçi, bize sevgi bile yakışmıyor dedi. Gözleri hafiften puslanmış bakışıyla vur ağabey vur dedi. -kadehler tüm oda boşluğunda ikimiz varmışçasına doldurdu odayı, gerçi sadece ikimiz mi vardık. -   

Dalmıştım iyiden iyiye, ya ağabey dedi. Hep ben konuştum. Senin olmadı mı böyle dalgan, bunca yıl bildim bileli avare gezersin, yan gözle kimseye bakmazsın. Varda bize mi anlatmadın. – bak darılırım ha- dedi. Samimiyetini belli etmek için.oysa ben samimiyetini biliyordum. Acı bir gülümsemeyi hatırlatır dudak büzmemle girdim cümleye. –olmaz mı be- bir sigara daha yaktım.-almaz mısın dedim – aldı bir tane, onunkini de yaktım. Mahallenin son dönemlerini hatırlar mısın – bunu derken mahallelerde ölürmüş gibi hissetmiştim- o zamanlar sanırsam artık on sekizimizde vardık. Hiçbir halini unutmadım dedi masanın diğer yanında ki, ana caddeye mahallenin bağlandığı köşede terzi Hüsamettin amcanın üç katlı evi vardı dedim. Yanında manav, - bildim ağabey- dedi. O binaları senin Sibelli alan müteahhit almıştı hani, oraya sekiz katlı apartmanlar yaptı. Onun en köşedeki terzi Hüsamettin amcanın evini olduğu yere düşen apartmanın birinci katında oturuyorlardı. Mahalleye yeni taşındılar yani dedim. –ondan sesli düşünerek bahsetmenin bu kadar zor, anlatmanın bu kadar az kelimeyle nerdeyse imkânsız oluşunu bunca zamandır hiç düşünememiştim, kendi kendime konuşurken bilindik şeylerden bahseder gibiydim-  düşünceleri sesli konuşmak. Yaşanmışlıkla birleşince zor dedim. Hafif bir tebessümle karşılık verdi diğeri. Bir gün yolsuzum yine cebimde iki kuruş ya var ya yok tam hatırlamıyorum. Sardığım tütünleri doldurdum, boş sigara paketine mahalleden dereye doğru kafa dağıtmaya gidiyorum. Sanki darmadağınık hayatımız yokta. Birde kafa dağıtacak derdimiz varmış gibi, -bunu kendime kızdığımdan söylemiştim- tam köşeye geldiğimde, apartmanın kapısı açıldı. Anlatamayacak gibi oldum derin bir nefes aldım. Yutkundum, beyaz elbisesi dizine kadardı üstünde şeker pembesi bir şal, ayaklarında şalına uyumlu hafif topuklu ayakkabı -o zamanlar yeni moda- kapının kapanma sesi ile öyle bir dikkatimi çekti ki rüzgâr esiyor saçları kıvır, kıvır belinde sarı buğday başakları gibi, her adımında dünya yeniden dönüyor.- burada dünyayı kendi döndürüyor- dercesine ilerliyordu dedim. Ana caddede kırmızı bir kadillak bekliyordu. İçinde sıska çelimsiz hafif buğulu camdan görebildiğim kadarıyla da çirkince bir oğlan oturuyordu.

-oğlanı bilerek kullanmıştım, bizim mahallede adam delikanlılıktı. Böyle baba parasıyla yaşayanlar oğlan çocuğuydu, gerçi şoför olsa gerekti- ulan dedim bir sigara daha yakarken. Rakımı doldur. Bitmiş farkında değilsin saki dedim. Tazelenmiş rakıma buz bile atmadan bir yudum alıp sigaradan çektim. Arabaya bindi ve yüksek homurtulu kadillak uzaklaşmaya başlarken, demir yığınının arasında güneşe hasret çiçek gibi yaşamaya çalıştığını düşündüm. Elimde sigara öyle arkasından bakakaldım. Sonra birkaç gün araştırdım. Sanki ilgilenmiyormuşum da apartmanlar buraya yakışmamış gibi sohbetler açarak kimlerin oturduğunu. Ne iş yaptıklarını soruşturdum. Çevreden öğrendiğim kadarıyla babası bir fabrika da müdürmüş, annesi öğretmen, kendide koleje gidiyormuş. Lan dedim zamanı durdursalar beni paramparça yapsalar bu kadar olurdu.- Gerçi yine yetmezdim ya ona-  Birkaç gün kapılarında bekledim. Girip çıkış saatlerini örgendim. Gördüğüm dakikalarda kalbim duracak gibi oluyordu. Ulan elimden gelse her şeyi değiştirseydim. Her gün kırmızı kadillak alıp bırakıyor, pek dolaşmadan eve gidiyordu. Aradan üç gün geçti sanırsam hafif esintili bir sabah evden çıktığından yürümeye başladı. Araba yoktu dedim şoför gelmedi herhalde. – kendimce çocuğunun rahatsız olduğunu düşündüm- aklımda kötülüğe dair hiçbir şey yoktu. Sanki bunca yıl mahallede asıp kesen vurup döken ben değildim. Çocuk kadar masum ve heyecanlıydım onu gördükçe. Düştüm peşine o yürüyor ben yürüyorum. Sanki beni fark etmiş gibime geliyordu. Nitekim de öyle olmuş biraz daha yavaşlamıştı koleje iyice yaklaşmıştık. Tüm cesaretimi toplayıp şöyle hafiften kolundan tutarak. – bunu masada diğerine gösterircesine yapmıştım- Hanımefendi pardon dedim, –sanki bu hareketimi beklermişçesine aniden döndü- pardon dedim şey, -benden hiç beklenmeyecek bir kibarlıktı bu- hanımefendi diye yenileyerek cümleye girmeye çalışıyordum. – gözleri o kadar açık kahverengiydi ki sanki toprağın hiç güneş görmemiş yeri dedim kendi kendime- ve susuyordum sanırsam konuşmamı beklercesine tedirgin olarak hem etrafına bakıyor. Hem de söyle ne istiyorsun diye gözlerini bana dikiyordu. – ben hale gözlerine ve gözlerinden aşağıya doğru yanaklarına, dudaklarının ince kıvrımların da gözlerimi gezdiriyordum-. Nitekim geç kalıyorum dedi. Ve kendimi bir anda toparlayarak. Hanımefendi pardon dedim. Kendime ait olmayan bir ses düşünmemi engelleyerek konuşmaya başladı. Size karşı hususi bir duygu beslemekteyim. Lakin bunu ayaküstü değil müsait bir zamanınızda pastanede oturarak size anlatmak isterim dedi. – o zaman okkalı bir tokat bekledim ya- tokat atmamıştı. Hızlıca cümleleri yere dökmüşçesine önemli olanları önce toplamaya çalışarak şey dedim okul çıkışı alsam, pastaneye gitsek dedim. Tabi şoförünüz almayacaksa dedim ardına, -hafifçe bir tebessüm etti- sanki hayatın ilk inşasına sebep olan gülüştü bu ve tüm dünyayı bu gülüş üstüne inşa etmişlerdi. Demek ki gözleri bu yüzden bu kadar güzeldi. –peki- dedi saat dörtte çıkıyorum okulun orda ki durakta dedi. Başka bir şeyler de söylemesini bekler gibi donmuş bir şekilde bakarken. Arkasını dönüp yolu geçerek uzaklaştı. Sanki bende gidiyordum. Fakat birkaç zaman sonra arabaların gürültüsünün bozuk ritminde kendime geldim. – üstümde o güne kadar yaşamadığım bir mutluluk vardı.- demek ki mutluluk gerçekten de parayla satın alınan bir şeyler değildi. Bizde mutlu olabilirdik. – vur ağabey vur – dedi masanın diğer yanında ki ve ekledi bize mutluluk fazla büyük gelir ağabey dedi. Bizim şu yoksulluktan zayıf bedenimize yakışmaz dedi. – ulan bölme be dedim- galiba bunu içimden söylemiştim. Gün geçmek bilmiyordu öğlen öğleden sonra bir, iki derken üç gibi okulun oralarda dolaşmaya başladım. Gerçi kimseye de görünmek istemiyordum. Kızın adı çıksın istemezdim. Bilirsin o dönemlerde ne hassastı sevgide, insanlıkta gerçi insan her zaman iyi insan, kötü insandı ya neyse. Saat dört olmuştu. Çıktı okuldan durakta sözleştiğimiz gibi buluştuk. Yan yanaydık daha ne olabilirdi. Hep bahsedilen iki gezegenin çarpışmasında mutlaka birinin yok olması gibi değil miydi bu buluşmada. Ben şimdi onun gözlerinde yok olmamış mıydım, yol boyunca sustuk, hiçbir şey gelmiyordu aklıma, o da susuyordu. Konuşmayı icat etmek için zorluyordum kendimi – o zamanlar büyük ihtiyaç gibi gelirdi, şimdi konuşmak bile istemiyorum- sadece okul nasıl geçti diyebildim. – söylerken pişman olduğum tek cümleydi beklide- fena değil dedi, konuşmaya çalıştığımı fark ederek rahat ve sıcak bir ses tonuyla, kimseler görmesin diye bizim mahalleden epey uzak kolejin yukarısında ki tombulun pastanesine götürmüştüm. Oturduk belki cahillikten belki yoksulluktan – ki yoksulluk alışkanlığıydı – çay istedim ve bir an unutmuşçasına ne içersin dedim. – çay lütfen dedi- arkasını şimdi gördüğüm garsona bakarken çayı bile ödeyecek parayı zor denkleştirirken başka ne içebilirdi ki,  o zaman masada küçücük olur ve kaybolurdum sanırsam. Anlayışlıydı da anlamıştı paramın olmadığını ya çay istemişti. Neyse susmaya devam ederken çaylar geldi – şeker atmıyordu- bende bir şeker atıp hafif hafif yudumlarken, konuşmaya başladım. Merhaba dedim, gülümsedi. Seni üç gündür takip ediyorum. – biliyorum – dedi. Demek farkındaymış dedim kendime, sonra ben pek konuşmayı bilmem dedim. Ama içimden geçenleri eksikte olsa anlatacaktım. Çok güzelsin dedim, ardına durdurulmaz kendimce güzellik tarifleri yapmaya başladım. – kimisinde gülüyor, kimisinde suratı masada bir şeyler arar gibi düşüyordu- çaylarımız bitti ve ne düşünüyorsun dedim.  – o zaman sağ elini kaldırdı ve yüzüme hafiften dokunarak- ben ‘’nişanlıyım’’ dedi. Nasıl diye çığlık attım bir an, herkes bize bakıyordu. Fakat ben kimseyle ilgilenecek durumda değildim. Bunu söyleyince kalkmıştı. Çayların parasını bırakarak bende kalktım. Birlikte yürümeye başlamıştık evine bırakacaktım. Fakat o an yer ve gökyüzünün birleşeceğini anlattıkları günün bugün olduğunu ve arasında sıkışıp kaldığımı hissediyordum. Yol boyunca uzun susmamız devam etti. Evlerine yaklaştığımızı fark ettiğimde kolunda hafiften tutarak –hiç heyecanlı kanaryaları elinizde tuttunuz mu- yapma dedim. – nasıl yapmam- dedi. Mecburum ve artık kesinleşmiş bir şey dönüşü yok dedi. - kaçalım- dedim. Bunu da neyle yapacaksam, yarın dedim yarın bu köşede seni bekliyorum. Saat tam 12 de öğlen gel kaçalım dedim. – o an eliyle tekrar yüzüme dokunarak, sen çok iyisin dedi ve keşke daha önceden tanısaydım- dedi. Arkasını dönüp uzaklaştı. Bağırmıştım arkasından yarın 12 de, zaman geçmiyordu. İçimde umut ve umutsuzluk birlikte yaşamaya çalışıyor, gördüğüm arkadaşlardan. Kaçabilecek yol parasını nerdeyse dileniyordum. Kredimiz tükenmişti ya aylaklığa vuracağımızı düşündüklerinden kimse borç para bile vermiyordu. Neyse bir şekilde buldum iki kişilik bilet parası, İstanbul’a kaçıracaktım. Ertesi gün oldu saat 10 da ordaydım. Bekledim art arda sigara yakıyor. Biri bitmeden ötekini paketten çıkarıp yakıyordum. Saat 12 oldu gelmedi. Biraz daha dedim, biraz daha, derken okulun önüne gittim herkes çıkıyordu. O yoktu, daha önce yanında gördüğüm bir arkadaşı olabileceğini düşündüğüm kıza pardon -neşeyi gördünüz mü kendisine ileteceğim mesajım var dedim-. Kız şaşkın bir suratla bilmiyor musunuz bugün düğünü var dedi. Dünya bu kadar mıydı? Kemal ölmüş müydü, ben mi ölmüştüm. Gözlerim dolmuştu herkesin içinde ağlayamazdım ya, kızdan düğünün yerini örgendim ve koşar adımlarla gittim kapıda kırmızı kadillak süslenmiş içerde yüksek müzik gürültüsü içinler, eğlenenler vardı. Kapının köşesinde durdum. Herkes mutluyken o beyaz tülün altında ağlıyordu. Eminim herkes onun mutluluktan ağladığını düşünüyordu ya, ben öyle olmadığını düşünüyordum. Artık bende ağlıyordum. Bir an beynimden kalbime doğru boğazımdan acı bir tat geçti. Ve çıldırmışçasına mahallede ki Fikret abiye koşup emaneti almayı düşündüm. Alıp gelecektim oğlanı vurup arabayla kızı kaçıracaktım.- zor durumda yapılacak en doğru plandı- Tüm bunları düşünürken artık iyice gözyaşlarım yere düşmeye başlamıştı. Beni fark etmiş olacak ki o da hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Önce etrafıma bakındım sonra girişin yanına koyulan büyükçe boy aynasında kendime, ben sevgiyle onu doyuramazdım ya,-hikâyelerde, Yeşilçam da oluyordu da- bu hayatı sevdiğime zindan edemezdim. O alışmıştı lüks hayata. Gerçi tüm bunları ona da sormalıydım. Ama artık çok geçti. O oğlan çocuğu vardı yanında sıska ve çirkin olan şoför dedim. Ve koşar adım çıktım salondan mahalleye doğru yürümeye başladım. Sonraları örgendim ki kız baba ve annesinin zoruyla babasının müdür olduğu fabrikanın sahibinin oğlu – ki bu çocuk sıska ve çirkin olandı- ile zorla evlendirilmiş. Kızın gönlü olmamasına rağmen sırf babasının kumar borçları ve annesinin rahatına düşkünlüğü için bir nevi kurban edilmiş. Tüm bunların acısı ile mahalle bakkalının çırağının eline bir not tutuşturdum, birde çikolata aldım hergeleye ve nerde görürse bu notu mutlaka vermesini söyledim. – hiç merak etme ağabey dedi- ve çantamı alıp ilk otobüsle İstanbul’a geldim.

  Ağabey sorması güç ama yanlış anlamazsan o notta ne yazıyordu dedi. Acı bir tebessümle

-bir gün bir yerde karşılaşırsak benimle yeniden tanış- yazıyordu dedim. Ve unutma diye ekledim birini neden seviyorsun diye sorduklarında. Nedeni yok, nedensiz diye biliyorsan. Seviyorsundur işte bende böyle sevdim nedeni yok dedim. Şimdi son kadehleri tokuştururken kemal ölmüş demek dedim. Meğer biz çok yaşıyormuşuz gibi…

 

 

Okuma: 1250, Tarih: 27 Şubat 2017 Pazartesi
Copyright © 2017 muhammedtiyek.com Tüm Hakları Saklıdır.