17.30 MEMUR KEMAL | |
... 17.30 kâğıt, mürekkep
kokusu işlemiş eski paltosunu sol koluna alışıldık bir hamle ile geçirirken sağ
kolunu bir yandan ömründe bunca zamandır, boş gezdirdiği cüzdanını yerine
koyarcasına bir hareketle giymişti kemal, daireden çıktığında nefesi donduracak
soğuklukta ki havada yürümeye başladı. Saçları özenle kesilmiş ve kısaydı,
başına geçirdiği siyah yanları hafif çember biçiminde önü iki kaşını bütün
yaparcasına kalın şapkasıyla, elinde artık derisi soyulmuş siyah eldivenleri,
dik yürüyüşü dalgın gözleri hep ayakuçlarına düşen memur kemaldi o. Biraz
dolmuş sefası sonrasın da varmıştı evine, şehrin ilk yapılan binalarıydı
bunlar, küçük kiremit taşlardan yapılmış, iki odalı, iki odası da birbirinden
küçük evlerdi bunlar, merdivenleri her günkü gibi ikişer ikişer çıkmıştı. Elinde
değildi engel de olamazdı ya can veren her şeyden kısmışta, boydan vermişti
kemale. Kapı tokmağını iki üç kez art arda vururken ayağını hanımının harçlıklarından
arttırarak aldığı üzerinde hoş geldiniz yazan nazar boncuklu paspasa siliyordu,
belediye bir türlü yolu yapmamıştı paçalarına kadar çamura bata çıka eve
yürüyordu dolmuştan inince kemal. Erken mi gelmişti. Bu düşünceye kendini verirken
gözü kol saatine ilişmişti çoktan, kahverengi kordonlu yuvarlak siyah işlemeli
zarif bir saatti, babasının düğününde hediye ettiği saatti bu gözlerinin boş
bakışını kapıcının ‘’kemal bey’’ diye merdiven dairesini inleten sesi
dağıtmıştı, ‘’buyur şükrü efendi’’ yanıtı yılların birikimiydi sanki seri ve
düşünülmeden çıkmıştı ağzından, -ekmek ister misiniz
diyecektim -yok, şükrü sağ ol
hanım almıştır Demişti kemal fakat kapının açılmadığını fark
etmesi ile tokmağı üç dört kere art arda vurması bir anda yine gerçekleşmişti,
içerden seste gelmiyordu. Çantasından anahtarını aradı. Bulmuştu sanki anahtarı
Selma ile evlendiği gün çantasına koymuş bir daha hiç çıkarmamış gibi temiz ve
yeni durumdaydı. Kapı kilitli değildi. Aceleyle çekilip çıkılmış olabileceği
düşüncesi aklına geldi. Fakat kapı ardına kadar açıldığında. Evde hiçte böyle bir
havanın olmadığını sezmişti. Her gün yaptığı gibi eve sağ adımı ile girdi,
kapıyı yavaşça kapattı ve kulpundan bir öne, bir geriye itip çekerek kapının
tam kapanıp kapanmadığını kontrol etti. kapının arkasında kalan ve kapı kapanmadan
askılığa ulaşmanın mümkünatı olmayan sağdan dördüncü çiviye asmıştı eski
paltosunu, şapkasını anahtarını bıraktığı kulpları ahşap işlemeli dört gözlü
vitrinin üstüne, gereksiz bulduğunu halde sırf Selma kırılmasın diye
söylemediği fazla abartılı cam vazonun yanına bırakmıştı. Odun sobası her
zamanki gibi akşamın ilk saatlerinde yandığı belliydi, güneş görmeyen oturma
odası iyice ısınmıştı, Selma’nın uyuduğunu, bu yüzden kendisini karşılamadığını
düşünse de içten içe kızmaya hatta sinirlenmeye başlamıştı. Tüm gün asık
suratlı müdire hanımın azarlarını çekmiş, sabırsız vekillerle, uyanık
muhasebecilerle uğraşmaktan dosya aramaktan yorulmuştu. Birde Selma kapıda
karşılamamıştı kendisini, huyu değildi evlendiklerinden bu yana bir gün bile
böyle yapmamıştı, mutlaka kapıda karşılar gülücükler saçan sesiyle hoş geldin
der, paltosunu alır şapkasını alır hemen sofrayı kurarım ben sen bir soluklan
kemalim derdi. Düşündükçe daha da sinirlenmişti kesin bağıracaktı selmaya tüm
gün evdeydi ne yapıyordu ki ne işi olabilirdi iki kişilerdi, her şeyi veren onları
çocuktan da mahrum bırakmıştı. Kemal çok önemsemez gibi yapsa da bir oğlu olsun
isterdi. Gençlik hayallerinden beri hep bir oğlu oluyordu birlikte gezdiği,
oyunlar oynadığı. Selma son zamanlarda iyice dert etmişti ne zaman konusu
açılsa ağlamaya başlar olmuştu, bundan kemal çok söz açmaz ‘’böylede mutluyuz
güzelim’’ derdi. Sobanın yanına varana denk yavaş yürümüştü ahşap döşemeler
yaşlı kemikler gibi homurdanıyorlardı. İçinden kızmak geçse de uyuyorsa
uyanmasın Selma diye yavaş yürümüştü. Mandalı eline alıp sobanın üst kapağını
hafiften aralamıştı, odunlar iyice kor olmuştu. Bir odun daha atma zamanı
gelmişti odanın giriş kapısından bakıldığında tam karşısına düşen sobanın duvar
ile arasında ki boşluğa, kış başlarken köşedeki manavdan aldığı limon sandığını
koymuştu. İçinden bir odun alıp sobanın üst kapağını kaldırarak içine attı
kemal ve sobadan çıkan duman eve yayılmasın diye kapağı bir anda kapatınca,
güçlü bir demir sesi odayı doldurmuştu, içerden yine de Selma’nın sesi
gelmemişti, hasta mıydı acaba çıkarken uyandırmamıştı Selma’yı ne güzel
uyuyordu, çocukluğuna doyamamış rüyalar görüyordu sanki Selma. Sobanın yanından
odaya doğru kanepenin önünden geçerek, kapının kulpunu pamuk hassaslığında
tutarak açtı, fakat Selma odada da yoktu her şey yerli yerinde derli toplu
duruyordu, sanki sabah kalkıp gittiği oda burası değildi. Selma hamarattı ya ne
güzelde toplamıştı her yanı, mutfakta mıydı Selma radyonun sesi de gelmiyordu
ki geldiğini duymasın. Mutfak küçücük dehliz gibi bir yerdi zaten ışıksız göz
gözü görmezdi, odanın solunda ki kapıydı zaten iki adım attı ve kolunu uzatarak
ahşap beyaz yağlı boyası solmuş kapının omuz hizasında ki düğmeye çöktü, sarı
bir ışık aydınlattı mutfağı yoktu Selma burada da yoktu. Komşuya gitmişti,
gitmezdi ki bu saatte eve dönüş saatinde, imkânı yoktu bunca yıldır yapmadığı
bir şeydi, bugünde yapmazdı. Alışverişe, manava, bakkala da gitmezdi bir eksik
oldu mu liste yapar, şapkasının yanına koyardı. İş dönüşü deftere yazdırır
alırdı kemal. Siniri hepten yerini meraka, heyecana bırakmıştı. Kemalin tek
bakmadığı lavaboyla bir olan banyo kalmıştı. İçinde rahatsız düşünceler ile
banyoya doğru hızlı adımlarla geldi, kapıyı bunca zamandır açmadığı kadar
heyecanlı ve hızlıca açıp ışığı yaktı, fakat banyoda boştu yoktu Selma, derin
bir nefes alarak arkasını döndü karşı duvarda asılı düğün fotoğraflarına gözü
takıldı, öyle mutlulardı ki … Başını göğsüme sakla sevgilim … Sabahattin ali’nin çocuklar gibi şiirini mırıldanmıştı Selma’nın
kulağına evlerine ilk girdiklerinde, Selma durulmaz kısraklar gibi arzulu,
öpmüştü şiirin sonunda, bir kez daha doğdum demişti kemal, Selma’nın saçlarını eli
ile kulağının arkasına atarkan kulaklarına ‘’bir kez daha doğdum’’ demişti
kemal, Şimdi nerdeydi, hareketleri hızlanmıştı, nefesi hızlanmıştı, düşünceleri
hızlanmıştı, Selma nerdeydi, bir şey söylememişti, hiç böyle bir şey
yapmamıştı, son zamanlarda pek konuşmaz olmuştu sadece, kitap okur, kahve içer
uyurlardı. Bir şeye mi kızmıştı, kızsa da söylerdi Selma çocuk diyorum ya
içinde saklamazdı, hızla yatak odasına tekrar girdi. Pencerenin yanına geldi,
annemin perdeleri bunlar kemal görseydi ne sevinirdi demişti asarken Selma bu
perdelere, Hızlıca araladı ortalık iyice kararmıştı Selma yoktu tam dönerken
pencerenin altında. Yatağın ayakucu tarafında perdelerin üstüne kadar indiği
cevizden Selma’nın çeyiz sandığının üstünde bir mektup gözüne ilişti, eline
aldı, önce bir çevirdi ve önünde inci gibi el yazısı ile ‘’ Kemalime’’
yazıyordu. Zarfın kapağını açıp içinden dörde katlanmış kâğıdı çıkararak
okumaya başladı kemal, Kemalim
bu mektubu okuyorsan bilesin artık ben uzaklara gitmişimdir. Bilirim o zarif o
ince kalbin bunu çok içerlicek, bana küseceksin ağlayacaksın, her şey böyle
olsun istemezdim kemalim bende seni çok sevdim. Birlikte çok güzel günler
geçirdik, Yukarda Allah var bir gün kırmadın beni bağırmadın, anlayışlı
davrandın. Ne desem bilemiyorum, ne yazsam anlatamaz belki iyiliğini, ama kemal
anla beni artık dayanamıyorum, artık yapamıyorum. Sürekli çocuk düşüncesi içimi
yiyor, bir çocuğum olsun istiyorum… Anla beni, sana bunu yapmak istemezdim.
Anla beni kemal çocuk istiyorum, sorun sende diye kaçıp gitmeme kızma,
yapamıyorum anla kemal… Hoşça kal kemal… Dizlerinin
bağı çözülen kemal yatağın ucuna zar zor oturmuştu, elinde sırılsıklam bir mektup
ve dilinde
boğuk harflerle bir cümle ‘’ Ben sana ne yaptım’’ … Ve saat 18.22… |
|
Okuma: 1384, Tarih: 27 Şubat 2017 Pazartesi |